Mardin Yemek Kültürü -01-

Mardin Yemek Kültürü -01-

Mardin Ve Yemek Kültürü,Bir zaman yolculuğundan geçer gibi gezinirsiniz Mardin sokaklarında. Birinci caddenin taşlarını adımlarken, sağ ve solunuzda yol boyu uzanan dükkânlarda...

Mardin Yemek Kültürü Bölüm -01-
Mardin Ve Yemek Kültürü
Bir zaman yolculuğundan geçer gibi gezinirsiniz Mardin sokaklarında. Birinci caddenin taşlarını adımlarken, sağ ve solunuzda yol boyu uzanan dükkânlarda tarihi bir kentin solgun yüzünü, içindeki insanların yorgun ve eski bakışlarıyla birlikte görürsünüz. Dükkânların içinde süre giden ve de duvarların arkasında yaşanan hayatın da tarihi olduğunu anlarsınız. Evlerin bulduğunuz aralığından, aşağı doğru uzanan bir sokağın başında, olmadı gördüğünüz ilk evin damından aşağıya Mezopotamya ovasın bir bakın.
 
Mevsimine göre yeşil, sarı ya da siyah bir ova uzanır gök kubbenin altında. Ova bitmez bir türlü bakışınızın yorgunluğu boyunca. Sadece gök kubbeyle birleştiğini varsayarsınız size görünen son noktada. Kendinizi alıkoyabilirseniz sonsuzluk duygusundan, geri döner şehrin gizemlerini keşfe çıktığınız gezinizi sürdürürsünüz. Taşlardan virane olmazmış gibi gelir size yüzlerce yıllık taş binaları, kiliseleri, camileri yakından izlediğinizde. Konaklar, içindeki gizemli yaşantıları gizlemek istercesine dimdik ayakta, yaşama ve doğaya direnirler.
 
Ölümsüzlük iksirini sadece kendileri içmiştir. İçlerinde sürdürülen yaşamlar her asırda belki birkaç kez değişirken taş duvarlara bazen bir çizik bazen bir is bırakarak göç etmişlerdir bu diyardan ya da bu konaktan. Caddeden bir evin avlusuna taş merdivenlerle inerken ya da avludan evin terasına tırmanırken birden Kitab-ı Mukaddes’teki İbrahim’in yurduna ayak bastığınızı hissedersiniz. Bir Keldani genç kızı avludan el sallıyormuş gibi gelir size. Bir Arap gelini mutfakta baharat kokuları içinde yemek pişirmektedir. Yaşlı Yezidi kadın ocağın başında torunlarının kulaklarına ninesinden duyduğu masalı fısıldar. Aynı avluya bakan Kürt komşu dengbejdir.
 
Bir eli kulağında Derwêşı çağırır, Adulê’nın kollarına. Süryani taş işçisi nakış nakış işler taşı nasırlı elleriyle. Komşu kızının hünerle işlediği oyayla rekabettedir. Gümüşçü ustasını kıskandıracak incelikte biçim verir taşa. Ah şu Ermeni mimar sıkboğaz etmezse onu, kim bilir heykel tadında ne taşlar dizerdi kilisenin dış duvarlarına! Zaman tünelinin ucu görünmez Mardin’de. Bir sis bulutunun içinde aşağı Mardin ovası aydınlanmayı bekler. Tarih gün ışığına çıkacak, Mardin taşları bir bir konuşacak. Ocaklar hangi lezzetlere mükâfat verdiğini anlatacak bize. Ve yemekleri; Düğünde ve yasta aslolan yemektir. Barış da yemek sofrasıyla kurulur, savaş da yemekten sonra başlar.
 
Halaylara yalnızca yemek için ara verilir. Yas evine sükût yemek sofrasıyla hâkim olur. Bir derviş gibi Lokman, elinde demir asası, demirden çarıklarıyla Mezopotamya ovasının bir kenarında göğe bir kartal yuvası gibi yükselen sarp kalenin kıyısında yarım bir ay gibi dönen kadim konaklara bir bir misafir olacaktır. Ama bunun için zaman tünelinden geçip, bu kentin bütün gizemlerini yazmış, bütün taşlarını yontmuş, toprağına tohum atmış, uluslardan, halklardan, beylerden, gelinlerden, çocuklardan izin almak gerekecektir. Şimdi tarihin karanlık dehlizlerinde kaybolmadan, kimseye haksızlık etmeden, ulaşabildiğimiz bütün gerçekleri anarak gün yüzüne çıkarmaya yeminle, tarih defterinin yaprakları arasında dolanmaya başlıyoruz. Bekleyenlere anlatacaklarımız olacak, tadı damaklarından asla çıkmayacak yemekler tadında usta kaşıklar, maharetli ellerle dizayn edilmiş…
 
Tarih; insanları, geçmişlerine, kökenlerine götürür. İnsanların tarihe merakı da bugün sahip olduklarını, ne olup ne olmadıklarını köklerine bağlama isteklerinden kaynaklanır. İnsanoğlu, kişiliğini, kültürünü, ulusallığının köklerini ve özlerini uzak geçmişte arayıp durur. Yani aslında insanlarda süreklilik ve benzerliği vurgulama eğilimi olduğunu söylemek olası. Oysa tarihte devinim ve dönüşümler, yenilik hareketleri, devrimler de vardır. Kültürlere de tarih açısından bakıldığında; akış, gelişim ve değişim görülür. Öte yandan kültürün geçmişle bağları incelendiğinde; iç içe geçmiş süreçlerin varyasyonları ve devinimleri oldukları ortaya çıkar. Bu bağlamda Mardin’in yemek kültürünü tarihinden bağımsız incelemek mümkün olamazdı. Zira tarihsiz yemek tarifinin anlamı da olmazdı tadı da...
 
Yemek kültürü; 
bölgelerin iklimi, coğrafi yapısı dolayısıyla florası, fiyonası ve köklü geçmişi ile evrensel bir bütünlüğe ulaşır ve bir dizi parametre ile de biçimlenir. Yemek kültürünün şekillenmesinde; etnik köken, dil ve dinden çok daha etkin olan bir parametre de siyasi güçtür. Bugün Anadolu coğrafyasında varlığını sürdüren ortak mutfak kültüründe; Ermeni, Kürt, Balkan, Rum, Arap, Yunan mutfaklarıyla benzeşimin Azeri, Kırgız, Çeçen mutfaklarından çok daha fazla olması ancak Osmanlının siyasi hâkimiyet sınırlarıyla açıklamak mümkün olabilir. Yine ekonomik ve ticari ilişkilerin gelişkinliği, köylü ve kentli yaşam koşulları, zenginlik ve fakirlik sofrayı etkileyen diğer belirleyicilerdir.
 
Yöresel mutfaklar;
özgün yapıları, lezzet ve çeşitlilikleri ile ölçülürler. Dünyanın bütün büyük mutfakları, yöresel ve bölgesel toplulukların kendi farklı yeme içme biçimleri, kendilerine özgü yemek çeşitleri ile karşılıklı alış veriş yoluyla zenginleşmiştir. Aynı zamanda bu mutfaklar, kentlerin incelmiş beğeni geleneği aracılığıyla uyuma ve türdeşliğe de kavuşmuştur. İnsanoğlunun ilk yerleşik hayata geçtiği bölge olan Mezopotamya’da yemek kültürü sadece yerel dinamiklerin özgün yaratıcılığı ile sınırlı kalmamış, bin yıllarca süren kültürel ilişkiler, ticari alış verişler, el değiştiren siyasi ve ekonomik hakimiyetler ile süreç içindeki değişim ve dönüşümlerle ayrıcalıklı konuma gelmiştir.
 
Mardin mutfağı;
antik Mezopotamya uygarlıkları üstüne kurulmuş çok sayıda yaşam deneyimlerinin ürünü olma perspektifiyle değerlendirilmelidir. Bir yanıyla Mezopotamya’nın mirasçısı, öte yandan Ortadoğu’ya ve Akdeniz’e komşuluk yapmış, çok sayıda hanedana yerleşke olmuş, kervan yolların üzerinde tüccarları konuk etmiş, göçebe, çoban topluluklar ve kültürlerin derin etkisinde kalmıştır. Yani bir yanıyla tüccarların mutfağı olmuş bir yanıyla da bulunduğu coğrafyanın kültürüyle beslenmiştir.
 
Bu yüzden Mardin aynı yay üzerinde bulunan, batı ve güneybatısında; Antep, Antakya ve Halep’le, güneydoğusunda ise; Erbil ve Musul ile aynı mutfak izleğini paylaşır. Son yüzyılda ise, küreselleşme ile sonuçlanan ulaştırma ve haberleşme alanında yaşanan gelişmelerin etkisiyle Mardin mutfağı sınırlı da olsa bir değişim ve dönüşüm yaşamıştır. Örneğin Yenidünyadan getirilen domates, Hindistan’dan gelen patlıcan mutfakta çeşitliliğin, artmasına neden olmuştur.
 
Çin-Hindistan-İran güzergâhını izleyerek Mezopotamya ve Anadolu mutfaklarını işgal eden pirinç artık Mardin mutfağında da bulgurun tahtını sarsmaya başlamıştır. Yine bölgede son dönemlerde yetiştirilmeye başlanan patates, mısır, biber, fasulye, bamya gibi yiyecekler sanki kent mutfağının birkaç yüzyıllık öğeleriymiş gibi yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Bolca kullanılan baharatların yanında yine bol salça kullanımı da artık gelenekselleşmiş bir yöntem gibi benimsenmiştir.
 
Küreselleşme; 
kültür yayılmacılığı imgelerini ve standartlaşmış kültür biçimlerinin dünyanın dört bir yanına yayılmasını çağrıştırır. Bu yönüyle kültürel yozlaşmayı, aynılaşmayı çağrıştıran küreselleşme, farklı bir etkileşimle de yerel halkların kendi kültürünü yeniden keşfetmesine ve geliştirmesine de neden olabilmektedir. Turizm sektörünün gelişimiyle sektörün bir bileşeni olan gastronomi turizminin yaygınlaşması Mardin mutfağı üzerinde böyle bir etki yapmaktadır. Farklı olanı, orijinal olanı arayan turistin bölge mutfağına gösterdiği ilgi, kentteki yiyecek-içecek sektörünün de eski ve geleneksel besin kaynaklarına, köklü mutfak geleneğini çağrıştıran yemeklere dönüşünü hızlandırmaktadır.
 
Mardinlinin, beslenme alışkanlığını, sofra adabını coğrafyaya has yiyecekler ve pişirilme yöntemlerini, kısaca yemek kültürünü tanıtarak gastronomi turizminin bölgede gelişmesine katkı sunmanın dışında bu kitabın bir başka amacı da; Mardin’in geleneksel yemeklerini, mutfak deneyim ve uygulamalarını birinci elden okuyucuya sunmaktır. Çalışma sadece literatür taraması, gözlem ve yemek yapımı pratiklerinden ibaret kalmayıp, yemek yapan ve yapmayan yüzün üzerinde ev kadınına bir anket uygulanarak tamamlanmıştır. Bu kitapta yer alan yemekler dünya mutfağının tarihsel süreçteki temeli kabul edilen Mezopotamya mutfağının bir parçası olan Mardin yereline aittir. Bu anlamda yemekleri belli bir etnisiteye (Türk, Süryani, Arap, Kürt vs.) mal etmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Yemeklerin en orijinden farkları belki süreç içinde kadınların kendi özel yöntem, bilgi ve becerilerini de eklemeleri olmuştur. Kitabın teorik ve uygulama kısımları yaklaşık iki yıllık bir sürede tamamlanmıştır.
 
1- Mardin Adının Kökeni
Mardin kentinin adına ilişkin, pek çok rivayet vardır. Bazılarına göre bu isim Süryanice “Merdo”dan, Ermenice “Mardi”den, veya “Marde” adlı bir kavimden gelmektedir. Bazılarına göre ise, Plinius’un Antiokia Arabis’in yerini betimlerken, Orrhoei (Urfa) ile Mardani Arap kabilelerinin arasında yer aldığını belirttiği, Yunanlıların Mygdone dediği bir Arap kabilesinin adından gelmektedir.1 Bütün Arap tarih ve coğrafya kaynaklarında şehrin ismi Maridin şeklinde kaydedilmiştir. Mardin’in en eski isimlerinden birinin de Ardobe olduğu ve marde kelimesinden türeyip, Süryanice ve Aramca’da kale anlamına geldiği belirtilir. 2 Modern araştırmacılar ise Mardin kelimesinin savaşçı bir kavim olan Mardeler ile ilgili olduğunu, Mardelerin, Sasani hükümdarı Erdeşir (226-240) tarafından buraya yerleştirildiğini ileri sürerler.3 Romalılar zamanında Mardin’in adı Mardinom’dur.4
 
Mardin adının doğuşu farklı kaynaklarda farklı mitolojik hikâyelere dayandırılır:
Bizans hükümdarı Herakliyus’un sergerdelerinden Ersus buraya sürülmüştür. Horasan’dan gelen ve Mardin’in bulunduğu dağın tepesine yerleşerek vaktini burada ibadetle geçiren aynı zamanda papazlık yapan “Din” adında birisi ile dostluk geliştirmiştir. Günün birinde papazın dostluğundan şüphelenen Ersus onu öldürtür. Bu olaydan sonra rahibi çok seven Süryanilerce burası mukaddes bir şehir olarak tanınmaya başlanır. O zamandan beri dünya Süryanileri, şehri mukaddes olarak kabul ederler.
 
Papaz “Din’in” başına Aziz anlamına gelen “Mar” kelimesini ekleyerek burasını mukaddes şehir anlamına gelen Mardin olarak anarlar. Başka bir rivayete göre de Mardin kelimesi, mertler yuvası anlamına gelen Mardin’den gelmektedir. Mir’atı İber tarihi yazan Sait Paşa’ya göre Mardin kelimesi, Kiyaniyan devleti başkomutanlarından Marinos’a adanmıştır. Coğrafyacı Batlemius buraya Menide adını verir. Mardin isminin kökeni ve şehrin kuruluşu ile ilgili bir başka rivayet de; İran hükümdarlarından birisinin hasta olan oğlunu doktorların tavsiyesi ile hava değişikliği için bu bölgeye getirdiği ve buradaki bir mahalleye de şehzadenin adının verildiği şeklindedir.5
 
Bir başka rivayet; 
6. yüzyılda Mardin’in Romalı bir kumandan tarafından imar edilip, bir kale yaptırıldığı ve adının verildiği şeklindedir. Evliya Çelebi’de Mardin’in ilk kuruluşu hakkında içinde çift başlı yılanların ve kahramanların olduğu efsanelere yer verir. Süryani kaynaklarında Mardin’in halk arasındaki telaffuzunun Merdin olduğu bununda Süryani dilinde kale anlamına gelen Merdo’nun çoğulu olduğu bildirilir.6 Süryani kitaplarında Merdo, Merdi, Merde, Marda ve Mardin okunuşlarına rastlanır.
 
Bizans kaynaklarında Mardin ismi birbirinden farklı şekillerde geçer. Ermenice kaynaklarda da Mardin ismine Merdin olarak yer verilir.7 M.S. 2. yüzyıl Yunan müelliflerinden Arrianos ve Ptolemaios’da adı geçen Masios dağ tabiri ile Tur Abdin bölgesi ifade edilmektedir. Mardin’den ilk defa doğrudan söz eden Roma tarihçilerinden Antakyalı Ammianus Marcellinus; Diyarbekir- Nusaybin yolunun Izala Dağı üzerinden, Maride ve Lorne Kalelerinin arasından geçtiğini kaydeder ki tarih Sasanilerin 359 yılında Diyarbakır’ı kuşattığı sıralara denk gelmektedir. Burada adı geçen Maride; Mardin’dir. Lorne’nin Mardin’in doğusundaki Kal’at ül al Mara olduğu tahmin edilmektedir.8 Mardin doğal kayalıklardan oluşan bir kalenin üzerinde kurulmuştur.
 
Kale sonradan Hititliler tarafından onarım görmüş ve yeni ilavelerle takviye edilmiştir. Ateşe tapanlar, Sümerler veya Akadlar, Mezopotamya’ya yaptıkları akınlarda doğal, güçlü bir korunak olan Masius yamaçlarının doruğundaki bu kayalıklardan oluşan kalenin üzerine birkaç güçlü savunma noktası inşa ederler.9 4. yüzyıldan itibaren Mardin, ortaçağ boyunca, İslam coğrafyacılarının el- Cezire adını verdikleri Fırat ve Dicle nehirlerinin yukarı havzalarını kapsayan bölgenin önemli merkezlerinden biri olarak karşımıza çıkar.10
 
Ancak 11. yüzyıla kadar Mardin’i önemli kılan şeyin ticaret yollarına hakim ve aynı zamanda ulaşılması güç ele geçirilmesi ise neredeyse imkansız olan sağlam kalesinden ibaret olduğu görülür. Bir kısım tarihçi, Mardin’i sadece askeri harekâtların üssü olmaktan çıkarıp el-Cezire’nin en önemli siyasi, kültürel ve ekonomik merkezlerinden biri haline getiren gelişmelerin, 12. yüzyılın başındaki Artuklu hâkimiyetiyle başladığını düşünür. Oysa 20. yüzyılın başlarında yazdığı bir makalesinde Rus oryantalist Minorsky, bu gelişmeyi 10. yüzyıla kadar geriye götürmekte, bunu da aynı yüzyılın tanınmış İslam coğrafyacılarından İbn Havkal’a dayandırmaktadır.11
 
2- Coğrafi Olarak Mardin
İnsanlık tarihi boyunca önemini korumuş olan Mardin coğrafyası, tarihi ticaret yollarının ve kültürel ilişki ağlarının kesiştiği bir merkezdedir. Tarımın doğduğu “Verimli Hilal” bölgesinin içinde bulunur. Mardin, güneyindeki Mezopotamya Ovası ile kuzeyindeki Diyarbakır Platosu arasındaki tek geçiş noktasıdır. Bu ova ile yüksek düzlük arasındaki alanı günümüzde coğrafyacılar Mardin Eşiği olarak tanımlar, tarihçiler için ise Tur Abdin bölgesidir. Mezopotamya Ovasının deniz seviyesinden ortalama 650 metre yükseldiği noktalardan kornişler halinde başlayan Mardin Eşiği, en yüksek noktasında 1150 metreye kadar ulaşır.
 
Doğu Anadolu’dan doğan Dicle, Torosları yararak Mezopotamya’ya ulaşır. Dicle’nin oluşturduğu iki önemli havza, Diyarbakır Düzlüğü ve Mardin Eşiğidir. Mezopotamya’nın kuzey sınırındaki Mardin bölgesi, böylece Karadeniz ve Doğu Anadolu’yu Mezopotamya’ya bağlayan kuzey-güney tarihi hattının üzerindeki önemli merkezlerinden biri olmuştur. Mardin üzerinden geçen bir diğer yol güzergahı ise, Doğu Akdeniz’i Urfa-Harran Düzlükleri üzerinden Musul, Bağdat ve Güney Asya’ya bağlayan tarihi İpek Yolu olarak bilinen doğu-batı güzergâhının da kavşağındadır.
 
Yollar üzerindeki düğüm noktası konumunun sağladığı üstünlük, 1000 metrenin üzerindeki yükseklikte sarp bir kayalık sırta yaslanmış olan ve daha yukarısındaki sırta konumlandırılmış olan kalesi sayesinde Ortaçağ’da işgalcilere karşı oldukça kolay savunulmuştur. 14. yüzyılda Mardin’i ziyaret eden İbn Batuta, buranın Kal’at-ı Kuh (Dağ Kale) ya da Kal’at Gurâb (Karga Kalesi) olarak da bilindiğini anlatır.12 Bu özellikleriyle Mardin’i kazanan Kuzey Mezopotamya Ovasına hakim olacağından, ilk çağların Doğu (İranlı Pers ve Sasani)-Batı (Roma- Bizans) çatışmalarına çokça sahne olur.13
 
Mardin’in coğrafi olarak içinde yer aldığı bölgenin; Asur krallarından Adadnirari I ve oğlu Salmansar I (M.Ö.1305-1244) ile ilgili kitabelerde Kaşiari Dağları namı ile anılan Tur Abdin’in kastedildiği sanılmaktadır. Asur metinlerinde Nirbu coğrafi terimi ile de Tur Abdin’in orta kısmı nitelendirilmiştir. Yine çivi yazılı tabletlerde, daha sonra Roma ve Bizans müelliflerinde rastlanan İzala coğrafi teriminin de Mardin Dağı için kullanılan özel bir tabir olduğu sanılmaktadır. Bu tabire Süryani metinlerinde İzela, Arapça eserlerde Cebel-al-ızal şeklinde rastlanır.14
 
Türkiye içindeki konumunda;
Mardin’in içinde yer aldığı Güneydoğu Anadolu Bölgesi, kuzeyde Doğu Anadolu Bölgesi, batıda Akdeniz bölgesi ile komşudur. Bölgenin diğer iki tarafı ise Irak ve Suriye sınırları ile çevrilidir. Karacadağ ve Mardin dağları bölgeyi; batıda Orta Fırat, doğuda Dicle olmak üzere iki bölüme ayırır. Bölge, Gaziantep, Diyarbakır, Şanlıurfa, Mardin, Adıyaman, Batman, Siirt, Kilis ve Şırnak illerini kapsamaktadır. Bölgenin orta kesimi batısında olduğu gibi iki farklı coğrafyayı resmeder. Diyarbakır, Batman ve Mardin illerini kapsayan bu alt bölgenin güneyi önemli ölçüde sulanabilir topraklara sahipken, kuzey çeper engebelidir. Alt bölge Dicle Havzası’nda yer alır.15 Coğrafi olarak Mardin yöresinde üç kentsel çekim merkezinden söz edilebilir. Bunlardan ilki Ortaçağın ortalarına kadar Nusaybin’dir. Ancak daha sonraki çağlarda Nusaybin tek başına ticari ve dini merkez olmaktan çıkar ve yeni merkez Mardin- Midyat-Nusaybin’den oluşur. İkinci önemli merkez, Ortaçağda Dicle Irmağı üzerinde bir geçiş yeri ve Kafkasya, İran ile Mezopotamya’yı birbirine bağlayan yolun önemli bir durağı haline gelen, Hasankeyf’tir. Üçüncüsü ise, daha çok Dicle’nin doğu yakasındaki dağlık bölgeyle Mardin yöresinin bağlantısını kuran Cizre’dir.16
 
Kuzey Mezopotamya Ovasında “Bozulmuş Akdeniz İklimi” diye de tanımlanan; kışları serin, yazları sıcak ve kurak bir iklim hakimdir.17 Buraya, step çölün can verdiği arazi de denebilir. Şehrin hemen eteğinde ve 400 metre aşağıda bulunan İstasyon mahallesinde ve daha ilerisindeki Kızıltepe’de serin ve yağışlı bir kış ile sıcak ve kurak bir yazdan ibaret iki mevsim hüküm sürerken, Mardin’de normal karasal iklime uygun dört mevsim görülür. Mardin’in kuruluşu hakkındaki mitolojik hikayelerden birine göre, zamanın İran Şahının hastalanan oğlu için doktorlar dört mevsimin de mevcut olduğu bir şehirde yaşamasını tavsiye ederler. Adı Mardin olan bu genç, Mardin’in bulunduğu yeri seçer ve burada zamanla iyileşir. Zamanla şöhreti artan şehir, genç prensin adı ile anılır. Bu mitolojinin ilgi çeken noktası, Mardin’in dört iklime sahip bulunuşudur. Bu durum bulunduğu yüksekliğin bir neticesidir. Mardin Eşiğinden kuzeye gidildikçe yamaçların aşağılarından itibaren Kuzey Mezopotamya’nın iklimi ılımlı bir karakter alarak Diyarbakır Çukurunda bozkır sıcaklarıyla karışır.18
 
Bazalt örtüsü Mardin’den Cizre’ye kadar Suriye ve Irak’la olan doğal bir sınırdır. Doğuda Cudi Dağı’nın eteklerinden güneye doğru akan Cudi Deresi, Mardin’in Siirt’le olan sınırını oluşturur. Bu alana kadar uzanan bazalt örtüsü ekonomik form, dil ve nüfus dağılışı bakımlarından güneyindeki Mezopotamya Düzlüklerinden tamamıyla farklı bir durumu meydana getiren organik bir sınır olur. Arapça Kürtçeden, hayvancılık hububat ziraatından, kalabalık nüfusu Mardin ilinin az nüfuslu alanlarından ayrılır.19
 
3- Antik Çağ Mezopotamyasında Mardin
Mardin’in batısında Fırat’ın kıyısında bulunan Nevala Çori, kuzeyde Ergani yakınlarında bulunan Çayönü, Batman’ın kuzeyinde yer alan Hallan Çemi, güneyde Dicle havzasında bulunan ve bugün Irak içinde kalan Kermez Dere ve Nemrik gibi Mardin yöresini kuşatan çanak-çömlek öncesi erken neolitik ve PPNB kültürleri; Mardin yöresinin de bu erken neolitik kültür bütünü içinde yer almış olabileceğini gösterir. Mardin’i içine alan Cezire bölgesinde, PPNB kültürüne (Orta Fırat üzerinde doğduğu düşünülen Çanak Çömleksiz Neolitik Kültürü, M.Ö. 8200–7500) son noktayı Ginnig yerleşkesi koyar. Cezire bölgesinde, Cebel Sincar’ın güneyindeki tarıma elverişli topraklar üzerinde, Hassuna-Samarra kültürüne ve Hassuna öncesine ait 60’ı aşkın yerleşme saptanmıştır. Bu yerleşmeler, bugün ulaşılabilen bilgiler ışığında, Asur bozkırlarının en eski iskânları olarak düşünülebilir.20
 
Mardin ve çevresindeki ilk yerleşim birimlerinin M.Ö. 4500-3500 yılları arasında Mezopotamya’da yaşadıkları bilinen Subariler zamanında kurulduğu sanılmaktadır. İlk kent devletleri, Mezopotamya’nın güneyindeki alüvyon ovasında, M.Ö. 4000’li yıllarda görülür. Dördüncü binyılın sonlarından itibaren ise, Güney Mezopotamya’da, Sümer-Akad uygarlığı yerleşiktir. Aynı dönem, Sümer uygarlığının başladığı, yazının ortaya çıktığı ve pek çok ilkin gerçekleştiği tarihi dönemdir.21 Mardin ve çevresinde Paleolitik, Neolitik ve Kalkolitik (Tel halef) kültürlerini bir arada bulmak mümkündür. Bunların bir kısmını temsil eden, M.Ö. 3000’li yıllarda yaşamış olan Proto Hititlerle akraba olduğu tespit edilen Subari ve Hurriler, dağ kavimleri ile çetin mücadelelerden sonra Mardin’i de içine alan geniş bir çevre içerisinde güneye çekilerek yerleşirler ve Mitanni devletini kurarlar. Bölgede bulunan Tunç Çağına ait bulgular M.Ö. 3000’li yıllarda bölgedeki Hurri varlığının göstergeleridir.22
 
Yazılı belgeler, Tur Abdin bölgesinin Asur döneminde iki önemli yol güzergâhı özerinde olduğunu kaydeder. Bunlardan birincisi Ergani Maden bölgesinden gelip, Diyarbakır üzerinden geçerek Mardin Eşiğini aşan ve güneydoğuya yönelerek Asur’un merkez bölgesine uzanan yoldur. Bugünkü Mardin- Kızıltepe arasındaki Zergan Çayı vadisinde bulunan Gıre Herzem, Tell Ermen ve Gir Harrin yol üzerindeki önemli höyüklerdir. İkinci yol, yine Asur merkez bölgesinden gelmekte ve Tur Abdin’in eteklerine ulaştığında batıya dönmektedir. Bu yol, Ortaçağda da önemini koruyan ünlü İpek Yolu’dur. Bu yol ağının ortasında yer alan Mardin kavşakları, Uruk döneminden başlayarak yeni Müzesi’nde bulunan M.Ö. 2300 tarihli bir yazıt, Mardin’in güneyindeki Urkeş kentinde yapılacak bir tapınağa ilişkindir. Bu dönemde Tur Abdin’in güneyinde, Zergan Çayı civarında yaşamakta olan Hurriler, Subaru kabilelerini de kendi nüfuz alanlarına katarak Kuzey Suriye ve Yukarı Mezopotamya’ya yayılırlar.23
 
M.Ö. 2850 yılında Sümer kralı Lugalzagisi, Akdeniz seferine çıktığında Mardin şehrini işgal eder. Bu tarihten itibaren Sümerlerin hâkimiyeti altına giren Mardin ve çevresi M.Ö. 2820 yılında; Sümerleri yenen Akad Hükümdarı Sargon tarafından işgal edilir. Kent uzun yıllar Akad-Sümer Devleti egemenliğinde kalır. Sami kökenli bir halk olan Akadlar bugünkü Arapların en eski ataları olarak bilinirler. Anadolu ile Mezopotamya arasındaki ilk ilişkiler de yine Akadlar döneminde başlar. M.Ö. 2500’lere doğru ise Mezopotamya’daki Sümerleri yenerek Anadolu topraklarını da ele geçirirler. Akad krallarından Naram-Sin’in M.Ö. 2200’lerde Anadolu’ya yaptığı askeri seferi Şartamhari metinlerinde anlatılır. Aynı metinlerde Anadolu’da yaşayan kavimlerden söz edilirken anlatılan bir kavim de Hurriler’dir ki bu kavimin yaşadığı çekirdek sahasını Mardin ili ve çevresi oluşturur.24
 
Mardin ve çevresine ilişkin bilgilere, yazılı tarih kaynaklarında Hitit devrine ait bir Boğazköy metninde görülür. M.Ö. 2000’lerin sonlarında Mardin merkez olmak üzere Güneydoğu Anadolu Bölgesi ile Kuzey Mezopotamya’daki Musul ve Kerkük de Hurriler’in oturdukları yerler olarak bilinir.25 Ancak bölge, bu tarihten sonra Babil’de Sami sülaleyi kuran Hamburabi tarafından savaşla alınır. Hititler, M.Ö. 1925 yıllarında Mardin’e girer ve bir yıl sonra M.Ö. 1924 yılında kuzeyden (şimdiki İran toprakları) inen Mezopotamya’nın kuzeyindeki dağlık kesime yayılan, din, dil, sosyal yapı ve kültür bakımından farklı bir topluluk olan Midyalıların eline geçer.
 
Eski Ön Asya dünyası, Hint-Avrupa kökenli Midyalılar (Medler) ile tanışır ve böylece Midyalıların 500 yıl süren bölge hâkimiyeti başlamış olur. Bazı bölgelerde yoğunlaşıp, şehir devletleri şeklinde örgütlenen bu topluluk, M.Ö. 1550’den itibaren yerini Mitannilere bırakır. 1468’de Midyalıların iç savaşlarından faydalanan Mitanniler, Mardin ve çevresine tam olarak hâkim olurlar. Suriye’nin kuzey bölgesinde hâkim güç olarak bulunan Mitannilerin idaresine giren Mardin’de Mitanni Krallığı kurulur. Dolayısıyla Mardin çevresi de, bölgenin Asurlular tarafından işgal edildiği M.Ö. 13. yüzyılın başlarına kadar, yaklaşık iki yüz elli yıl Mitanni hâkimiyeti altında kalır.26 Muhtemelen Zagros Dağları üzerinden gelen ve atlı savaş arabalarının mucidi olarak kabul edilen İndo-Ari soydan (Asur-Babil) olan Mitanniler, kısa sürede bugünkü Güneydoğu Anadolu Bölgesini ele geçirerek güçlü bir devlet kurarlar. 27
 
Hurri İmparatorluğu’nun ardından kurulan, tarihte Aryen Hanedanlığının ilki olan Mitanni Devleti, aynı zamanda bugünkü Kürtlerin ataları olarak kabul edilir.28 Böylece; M.Ö. 1500-1450 yılları arasında Eski Ön Asya dünyası Hint-Avrupa kökenli Mitannilerle tanışmış olur. İmparatorluk, ilk defa Diyarbakır, Urfa, Mardin ve Sincar arasında yapılanmıştır. Kuruluş aşamasından sonra Mitanni Devleti, M.Ö. 1500-1350 yıllarında bir dünya imparatorluğuna dönüşür. Akad kaynaklarında Mitanni devleti “Hanigalbart” olarak geçer. Mitannilerle ilgili araştırmalarını açıklayan California Üniversitesi Arkeoloğu Prof. Yateshilani, Mitannilerin Habur Çayı’nın doğduğu yerde Waşukani adlı bir kent merkezini kurduklarını, imparatorluklarının adının ise Şenak olduğunu belirtir.29
 
Mardin ve çevresi M.Ö. 1400’lerden itibaren önce Hitit, daha sonra da Asur denetimine girer. Asur, Hitit saldırıları ve iç ayaklanmalar ile yıpranan Mitanniler, M.Ö. 1250’de meydana gelen ayaklanma ile Hitit devleti ve Asur devleti arasında paylaşılır. Dağlara çekilen halk, Urartu yapılanmasının ilk nüvelerini oluşturur. M.Ö. 1200’lerde meydana gelen Ege Göçleri sonucunda Hitit ve Babil devletleri yıkılınca, Mardin ve civarına Asurlular hâkim olmak isterler, ancak Ege Göçlerinden hemen sonra başlayan Arami Göçleri (M.Ö. 11-9. yy. arası) yüzünden bu amaçlarını tam olarak gerçekleştiremezler. Nitekim Mezopotamya topraklarında tarihin hemen her döneminde yaşanan göç hareketleri, bütün bölgenin bir kez daha etnik, kültürel ve dini yapısında önemli değişikliklere yol açar.
 
Daha sonraki yüzyıllarda Aramiler olarak anılacak olan Batı Sami göçebeleri, siyasal bir güç olarak ortaya çıkarlar ve bu kabileler (Sutü, Ahlamu) 14. yüzyılın sonlarından itibaren, on yıllar boyunca, Hitit ve Mitannilerle birlikte Asurlara karşı savaşırlar. Aramiler, Batı Sami grubundan yarı-göçebe bir halkın ardılıdır ve bugünkü Süryanilerin ataları olarak kabul edilirler. Mardin ve çevresinin Arami kökenli halkı M.S. 38 yılında Hıristiyanlığı topluca benimseyen ilk topluluk olarak da bilinir.30 Bu dönemde Mezopotamya, batıdan Arami baskısına maruz kalırken, kuzeyden Muşkiler, Yukarı Mezopotamya’ya doğru akmaktadırlar. Cezire bölgesindeki Geç Tunç Çağı ve Demir Çağına ilişkin arkeolojik bulgular, Cezire yerleşkelerinin bu dönemde ciddi bir çöküş yaşadığını göstermektedir.31
 
Aynı dönemde Yukarı Mezopotamya kent kültürü büyük ölçüde tahrip olur ve yerini giderek Batı Sami göçebe kabilelerinin yerleşimleri alır. Asurların (M.Ö. 13-7 yüzyıl) bölgede egemen olması; Arami nüfusun artması, Arami kültürünün hâkimiyet alanının yayılması sonucunu doğurur. Cezire’deki Aramca yazıtlar, ilk olarak M.Ö. 9. yüzyılda ortaya çıkmakta ve zamanla da çoğalmaktadır. 8. yüzyılın sonlarından itibaren de Asur İmparatorluğu bölgeye hâkimdir ve imparatorluğun büyük bölümünde, Aramca iletişim dilidir.32 Bölge, M.Ö. 700’lerde İskit, Kimmer ve Med ortak gücünün, yüzyıl sonra da Perslerin hâkimiyetine girer. Yaklaşık yüzyıl süren Asur hâkimiyetinden sonra, Urartu Kralı Mimez zamanında Mardin 50 yıl Urartu idaresinde kalır.33
 
Asurlulardan sonra Persler Yukarı Mezopotamya’ya hâkim olurlar. M.Ö. 6. yüzyılın dinamik gücü olan İran kaynaklı Pers yayılması, Kral II. Kiros’un önderliğinde, M.Ö. 539’da Mezopotamya’daki Babil egemenliğini de önüne katarak, batıya doğru yürür. Persler I. Dara zamanında (M.Ö. 522-485) idari birimler olarak satraplıklar kurarlar. Mardin bölgesi, Suriye-Fenike-Filistin Satraplığı’na bağlanır.34
 
Bölgede Pers egemenliği M.Ö. 331’de Büyük İskender’in Erbil yakınlarında Pers ordusunu yenmesine kadar sürer. M.Ö. 335 yıllarında Büyük İskender Mısır’ı aldıktan sonra Mezopotamya’ya gelerek İran’a gitmek için Mardin’den geçer. Bölgeyi istila eden İskender’in, M.Ö. 323 yılının 28 Mayısında Babil’de ölümünden sonra, komutanları imparatorluğu nüfuz alanları halinde paylaşırlar ve Mardin’i de içine alan doğu bölgesi Selevkosların egemenliğine geçer. Selevkoslar, Helen kültürünü yerleştirmeye çalışsa da bölgenin ağırlıklı nüfusu olan Arami ve Ermeniler buna direnirler. M.Ö. 292’de Romalılar tarafından ele geçirilen Mardin, 275’de Kiyaniyan devleti tarafından, ardından Sasaniler tarafından ve sırası ile yakın tarihler içerisinde tekrar Romalıların, Yunanlıların, Bizanslıların ve İranlıların eline geçer.35 M.Ö. 250’den itibaren, bölge bu kez Part akınlarına uğrar. Ancak, Selevkoslar, Mardin ve Cizre-Bohtan-Behdinan bölgesini ellerinde tutmayı başarırlar.
 
M.Ö. 171 yılına kadar süren bu sürekli işgal ve el değiştirmelerin ana nedeni, bölgenin Mezopotamya ile Anadolu arasındaki ticaret yollarının kilidi konumundan kaynaklıdır.36 Ermeniler ve Aramilerin huzursuzlukları ve ayaklanmaları, doğudan Partların, batıdan Roma’nın baskılarıyla birlikte Part Kralı II. Ferhat, M.Ö. 129’da Selevkosları, Yukarı Mezopotamya’dan çıkarır. Bu dönemde Mezopotamya’nın tamamı ile Kuzeydoğu Suriye’nin bir bölümü savaşan güçler arasında bir tampon bölge haline gelir.37 M.Ö. 132’den itibaren etkisi Mardin’e ulaşan Edessa (Urfa) bölgesinde Aramiler Arap kökenli bir hanedanlığın önderliğinde Abgar Beyliği’ni kurarlar. Ermenilerin baskısına maruz kalan beylik, kısa sürede dağılır ve M.Ö. 88-70 yılları arasında bölgeye Ermeni Beyi Tigran egemen olur. Bu süre zarfında Batı Asya’ya ilerlemeye çalışan Romalılar, Ermeni beyliğine son vermelerine karşın, Partlara karşı üstünlük kuramaz ve barış yaparlar. 38
 
4- Miladi Çağlarda Mardin Miladi yüzyılların başlangıcında Mezopotamya’da daha önceleri Pers-Part ve ardından Doğu Roma-Batı Roma şekline bürünen klasik doğu-batı çatışması hâkimken, aynı dönemde çatışmalara Hıristiyanlık boyutu da eklenir.39 Bu dönemde Urfa-Abgar Krallığı da Hıristiyanlığı kabul eden ilk devlet olur. Roma İmparatorluğu, Kudüs’teki ilk ana kiliseyi yıktıktan sonra (M.S. 70), Hıristiyanlık, Anadolu’nun güneyinde Antakya’da Aramilerce benimsenmiş ve orada kurulan kilise zamanla Doğu Süryanilerinin merkezi haline gelmiştir. İlk kürsü de burada kurulur, daha sonraki dönemlerde ikinci kürsü Tarsus’ta, üçüncü kürsü Mısır’da (Kıptilerin) ve dördüncü kürsü de Şeref Kürsüsü olarak İstanbul’da kurulmuştur.
 
M.S. 1. yüzyılın sonuna gelindiğinde Septimus Severus ile Romalılar, tüm Kuzey Mezopotamya’yı bir Roma eyaleti haline getirip, Nusaybin’i de içine alan bölgeye garnizonlar ve ticaret kolonileri kurarlar. İki büyük imparatorluğun arasındaki nüfuz savaşına karşın, ticaret yolları üzerindeki işlevleri nedeniyle yine de yerel güçler, Arap liderler etkindir. Ancak 171’de Herakliyus, Mardin’i Romalılara tekrar kazandırır.40 200’lerde Roma İmparatorluğu İncil nüshalarını yok ederek ve kiliseleri yakarak Hıristiyanlığa yönelik baskılarını artırır. Bunun da etkisiyle Tur Abdin, Hıristiyan keşişlerin toplandığı ve inzivaya çekildikleri bir yer haline gelir.41
 
249’da Roma hükümdarı Filibos zamanında Mardin Urfa’ya bağlı olduğu için Roma egemenliğine girer.42 4. yüzyılda ise bölge Sasani hâkimiyetine girer ve bölgenin en önemli dini ve ticaret merkezi Nusaybin olur. Asya’dan İpek Yolu’nu izleyerek gelen, imparatorluğun zenginleri ve yönetici sınıfları için lüks mallarla birlikte baharat getiren tüccarlar, İran’ı aştıktan sonra, imparatorluğun doğu sınırdaki ilk büyük istasyon olan Nusaybin’e gelmektedirler.43 Doğu-Batı ve Kuzey-Güney yolları üzerinde çok eski tarihlerden beri önemli bir yer olmakla birlikte Mardin; kaynaklarda ilk defa M.S. 359’da geçer. Roma- Sasani savaşları nedeniyle, Ammianus Marcellinus’da Amid-Nisibin yolu üzerinde bir kalenin ismi olarak Maride şeklinde geçen Mardin, Anadolu sahasında kurulan devletlerle, İran sahasında kurulanlar arasında, büyük Roma tarihçisi Edward Gibbon’un tabiriyle “Krezüs’den Heraklios’a kadar devam eden savaşlar”da önemli mücadelelere sahne olur.44
 
Doğu Roma döneminde Mardin’den Tur Abdin bölgesi kalelerinden biri olarak söz edilmektedir. Bölgenin, Roma ve Sasaniler arasında 387 yılındaki ilk bölünmesinde Mardin, Roma’nın elinde kalır. İki komşu ve rakip devlet arasında 387 yılında varılan bu sınır anlaşması yaklaşık iki yüzyıl kadar geçerliliğini sürdürür. Bölgede Roma-Sasani çatışması yüzyıllar boyunca sürmekle birlikte, Dicle Nehri sınır olarak kabul edilir ve Mardin önce Roma daha sonra da Bizans egemenliğinde kalır. 6. yüzyılda Prokopius, Amida ile Dara arasındaki müstahkem yerler hakkında bilgi verirken Marudis/Mardes/Marde kalesinin ismini de kaydeder.
 
6. yüzyıl sonu ve 7. yüzyılın ilk yarısına ait Şiraklı Ananias’ın “Armenia Coğrafyası” da burayı Marde ber (Marde Kalesi) olarak belirtir.45 Roma İmparatoru II. Justinus (565-578) ve Sasani Şahı I. Husrev Nuşirevan (531-579) zamanlarında, Romalılar ile Sasaniler arasında 571 tarihinden 591’e kadar devam eden 20 Yıl Savaşları başlar. Karşılıklı gerçekleşen saldırılar, Roma İmparatoru Mauricius (582-602)’un ilk dönemlerine kadar devam eder.46 7. yüzyıl başlarında, bugünkü Trabzon-Erzurum-Mardin arasında kuzeyden güneye çekilecek bir sınır çizgisinin batısı Doğu Roma’nın, bunun doğusunda kalan ve “Persarmenia” tabir edilen topraklar ise İran’daki Sasani İmparatorluğu’nun elinde bulunmaktadır.47
 
Ermeni kaynağı Sebeos, Süryani kaynakları ve Theophylaktos Simokatta’nın bildirdiğine göre, 607 yılı başlarında Sasani ordularının Dara’dan Mardin’e doğru harekete geçmeleri üzerine Roma kuvvetleri Mardin Kalesi’ni de terk ederek kaçarlar. Süryan Mihail, kaçan Roma askerlerinin yerini Mardin Kalesi’nde bulunan din adamlarının aldığını ve Perslerin ummadıkları bir direnişle karşılaştıklarını bildirmektedir. Ancak Kefertut (Mardin-Kızıltepe yakınlarında) Piskoposunun tavsiyesi üzerine rahipler direnmekten vazgeçerler ve Hısn-Keyfa (Taş Kale)’nin düşüşünden altı ay sonra, Şahrvaraz ünvanı ile anılan Romizan komutasındaki Sasani ordusu, önce Merda (Mardin) Kalesi’ni ve hemen ardından Amida’yı teslim alır. Daha sonrada Reş’ayna zapt edilir.48 Bu dönemde bölgenin tarım ve ticari faaliyetleri daha çok Aramilerin kontrolündedir. Yahudilerin de yaşadığı Nusaybin bir Arami kentidir. Dicle’nin doğusundan itibaren Zagroslara doğru Arami nüfus azalırken, İranlılar (Farsi) ve Kürtlerin nüfusu artar. Mardin, 7. yüzyıl kaynaklarında bir kale ve bu özelliği ile feodal hâkimiyetin merkezi kabul edilir ve Kefertut piskoposluk sahası içindedir.49
 
5- İslamiyet’in Yayılışı Döneminde Mardin
Arap-İslam tarihçileri tarafından yapılan tanımlama ile; Fırat ile Dicle’nin arasında yer alan verimli toprakların kuzeyine verilen “El-Cezire” ismi aslında iki nehir arasındaki arazinin tamamı için kullanılır. O dönem, El-Cezire’nin önemli merkezleri Musul, Mardin, Silvan, Urfa ve Diyarbakır’dır.50 İslam dini ortaya çıktığı zaman Arap yarımadası, dini, siyasi ve toplumsal açıdan tam bir parçalanmışlık içindedir. Batıda Bizans, doğuda Pers ve güneyde Habeşistan devletlerinin egemenliği sürmektedir.
 
Bizans ve Habeşistan, Hıristiyan; Pers ise Zerdüştlük dinine bağlıdır. Bu dönemde Bizans ve Pers devletleri arasında meydana gelen savaşlarda sınırlar sürekli değişmektedir.51 7. yüzyıla kadar Yukarı Mezopotamya’nın siyasi ve toplumsal tarihini Doğu-Batı mücadelesi belirlerken, sonrasında güneyden gelen Arap-İslam güçleri etkili olmaya başlar. 640 yılında Roma’yı Toroslara kadar çekilmeye zorlayan Araplar, bölgeyi İslamlaştırmaya da başlar. İslam egemenliğinin bu ilk yüzyılında Mezopotamya toplumsal ve siyasal olarak istikrara kavuşmuş değildir. 
 
Mervaniler ve Arap aşiretlerinin başına buyruk hareketleri, Arap önderleri arasındaki iktidar kavgası, Hıristiyan Arap kabilelerinin isyanları ve Nasturiler arasındaki iç iktidar çekişmeleri bir kargaşa ortamı yaratmaktadır. Arap egemenliği yayılırken Ermeni beyleri Arap yöneticilerin koruması altına girmiş, Ermeni nüfusu cemaatler halinde İslamiyet’e geçmiştir. 52
 
İslam fetihleri sırasında bölge iki ayrı Arap akınına maruz kalır. Abdullah İbn İtban, 638’de Musul üzerinden Nusaybin’e kadar ilerler. 639-640 yıllarında (Hz. Ömer dönemi) ise İyad b. Ganim kumandasındaki İslam ordusu Suriye üzerinden gelerek anlaşma yoluyla Mardin, Tur Abdin ve Dara ile birlikte, eyaleti tümüyle ele geçirir. Böylece Mardin uzun zamanlar Romalıların elinde kaldıktan sonra, Arapların egemenliğine geçmiş olur.53 Bu dönemde şehirden hala “Mardin Kalesi” olarak söz edilmektedir. Nusaybin, valilik olarak yörenin en büyük idari birimi özelliğini korurken, yöre zaman zaman Şam, çoğu kez de el-Cezire eyaletleri sınırı içinde kalır.54
 
İki yüzyıl içinde Araplar, Ermenistan’ı yer yer, Kuzey Mezopotamya’yı ise tümüyle ele geçirirler. Bu fetihlerin ardından bölge Müslüman iskânına uğrar. Nusaybin, İslam fetihlerinden sonra da Doğu Cezire bölgesinin en büyük idari merkezi olma özelliğini sürdürür. Mardin’in konumu ise Nusaybin’e göre hala ikincildir. Mardin ve çevresi, 692’de Emevilerin eline geçer. Emeviler (660-749) devrinde, Cezire vilayetine bağlı olan Mardin ve çevresinde bazı Şii ve Harici ayaklanmacıları görülür.
 
Şehrin 750’de Beni Rabia kabilesinin reisi Burayka’nın elinde olduğu bilinmektedir. 55 8. yüzyıl boyunca bölgede karışıklık devam eder. Bu yüzyıl boyunca saldırılara maruz kalıp, talan edilen şehirdeki Deyrülzaferan Manastırı, ancak Şam Metropoliti Ananias’ın restorasyonuyla korunur. 8. yüzyıldan Moğol istilasına kadar geçen dönem boyunca, doğuya ve batıya doğru olağanüstü bir yayılma yaşanmış olmakla birlikte, Moğol ve Timur istilaları zamanında Nasturiler, büyük ölçüde Kürdistan’ın dağlık alanlarına çekilirler.56
 
Devam Edecek...
 
 


Türk Aşçı Haberleri Ve Güncel Mutfak Haberleri Not::
Eğer sizde mesleki haberinizin yada tarifinizin web sitemizde yayınlanmasını istiyorsanız; "Haberini Yada Tarifini Paylaş" sayfamızdaki kriterlere uygun bir şekilde uygun içeriklerinizi bize gönderebilirsiniz. Türk Aşçı Haberleri internet sitesinde yayınlanan yazı, haber, röportaj, fotoğraf, resim, sesli veya görüntülü şair içeriklerle ilgili telif hakları www.turkascihaberleri.com 'a aittir. Bu içeriklerin iktibas hakkı saklıdır. İlgili haber kopyalanarak başka bir site tarafından yayınlanmaya ihtiyaç duyulduğu takdirde kaynak gösterilerek ve web sitemize link verilerek kullanıması mümkündür.


  • Facebook'ta paylaş

Bu Habere Yorum Yap

   
 
 

Benzer Haberler